Gerçek

Yaşadığımız çağda kendimizi birilerinin beğenisine sunma dürtüsünden asla kopamaz bir hale geldik. Son dönemde sosyal medyanın yaşamın tam merkezine oturması ile de sürekli birilerine kendimizi gösterme çabası ve onların zihninde yer etme arzusu ile yaşar bir durumdayız. Hayatın hiçbir alanında soyutlanamadığımız bu sosyal mecralar ister istemez bizi etkiliyor ve ekilişimde bulunmamıza sebep oluyor. Gerçeğin artık bu sosyal mecralarda yapılan paylaşım ve bilgiler ile arandığı bu dönemde buranın dışında kalmış hayatlar gerçek olarak nitelendirilmeyerek , bu mecraların dışında kalanlar bilgi yoksunu olarak nitelendiriliyor. Aslında bu durumun tam aksine bu mecralardan kendini soyutlayarak asıl bilgiyi doğru kaynaktan alan ve bu mecraları amacı dahilinde dozunda kullanan kitle tam da gerçekliği yaşar durumda olan tarafta. Ancak hayatın her anının bu mecralarda akması sebebi ile ve bazı grupların bu mecraları amacı dışında kullanarak, işin sadece ruh hastalığı boyutuna varmış olması sebebi ile bu durumun dışında kalan kitle marjinal olarak görülüyor. Hayatta birilerinin ekranında bu kadar görünür olmak ise gerçekten bu kadar keyifli olabilir mi ? Belki de sadece sosyal medya da değil işin tam tersini gerçekte birilerinin zihninde her gece sürekli yer kaplamak hoş olabilir miydi? Dünyada sizi tanıyan tanımayan insanların her gece rüyalarını girdiğinizi ve bir sabah uyandığınızda sizi tüm dünyanın tanıdığını düşünün. İlk başta kulağa ilgi çekici gelen bu durum popüler olmanın da kısa yolu gibi görünebilir.


2023 yapımı Ktristoffer Borgli‘nin yazıp yönettiği ve başrolünde Nicolas Cage‘in oynadığı “Dream Scenario” tam da bu durumu ele alıyor. Film Paul adlı sıradan bir hayatı olan ve üniversitede hocalık yapan karakterin bir anda tüm insanların rüyalarına girmesi ve herkes tarafından tanınmasını konu alıyor. Bir anda herkesin rüyalarına girmeye başlayan Paul kendini istemsiz gelen bir şöhretin ve popülerliğin içinde buluyor. İlk başlarda bu durumun zararsız olduğunu düşünen Paul aradan geçen süreden sonra insanların sert tepkileri ile karşılaşmaya başlıyor. Rüyalarda iyi olan karakteri değişen Paul artık insanların rüyalarında onları öldürmeye çalışan , zarar vermeye çalışan kötü bir rüyaya dönüşüyor. Bu durum ise şöhretin yerini gerçek hayatta saldırılara bırakıyor. Normal hayatta yapmadığı sadece insanların rüyalarında yaptığı kötü eylemlerle suçlanmaya başlanan Paul gerçek hayatta toplum tarafından dışlanmaya hatta öldürülmeye çalışılıyor. Zihinlerde olmanın şöhretini tepetaklak olmuş bir hayatla ödemeye başlayan Paul adeta kendi benliğinin ve gerçekliğinin ispatı için çabalamaya başlar. Ancak zihinlerde yer ettiği yer öyle kanıksanmıştır ki artık gerçekliğinin bir değeri kalmamıştır.

Tıpkı günümüz sosyal medya paylaşımlarının zihnimizde yer edindiği gibi. Gerçek olamayan sadece belli filtreler ile donatılmış dar açılar ile çekilmiş güzel video ve fotoğraflar zihnimizde gerçek bir yer ederek var oluyor. Oysaki açı değiştiğinde ya da genişlediğinde gerçek orada duruyor. Zihnimize gerçeği kabul ettirdiğimiz ve görmesine müsaade ettiğimiz ölçüde gerçeği görüp kabul eder. Bu yaşadığımız gerçek olmayan yapay sosyal medya çağında ise yapmamız gereken zihnimize gerçeği değişik açılardan göstererek hakikati bulmaktır. Dar açıda veya filtrelenmiş görsellerde kaldığımız sürece bir gün Paul gibi kendi gerçekliğimizin ispatı için çabalamak zorunda kalırız.

Birlikte Yöneteceğiz

Türkiye alışılmış siyasi iklimi içinde yerel seçimlere giderken insanların ruh hali ise bu absürt siyasi iklimin üstünde seyretmeye devam ediyor. Kimsenin aslında demokratik olarak bir seçme hakkı bulamadığı bu iklimde insanlar karasızlığın kararı için düşünür durumda. 22 yıllık siyasi iklimin hüküm sürdüğü ülkede yerel seçimlerde bile muhalefetin herhangi bir kazanım için vatandaşlara tercih tanımadığı gayet açık görülüyor. Aksine iktidar gücüne güç katmak için sessiz ve derinden muhalefet yapan partileri sadece uzaktan izleyerek kendi alışılmış yolunda ilerliyor. Muhalif grupların ise yine bir yerlerde hakkının yendiği bir tablo varken ,vatandaşlara da somut olarak sunulan projeler yerine seçimin kazanılması halinde yönetimde birlikte yönetme vaatleri veriliyor. Muhalif gruplar bu ucuz edebiyatla belli bir kitleyi kendi alanlarına çekmeyi hedeflerken aslında onlarında yönetime geldiğinde gücü eline alarak iktidar benzeri bir tavır almayacağının ise garantisi yok. Öte yandan halkın sandığa giderek birilerine yönetim için yetki verdiği noktada neden beraber yönetim vaadi verildiği ise anlamsız ve içi boş bir vaatten başka bir şey değil.


6 şubat depremlerinin yaşandığı ve etkisinin en çok hissedildiği il olan Hatay’da seçim aynı şekilde muhalefetin mağdur edebiyatı ve sol partilerin yıllardır beraberlik vurgusu yaptığı ama asla tek çatı altında toplanamadığı savruk bir biçimde seyrediyor. İktidar ise yıllardır elinde bulunduramadığı bu kenti muhalefetin ortada bırakması sebebi ile iştahını kabartmış şekilde elde etmeyi bekliyor. Siyasi partiler kendi içlerinde bu hesaplara düşmüşken halk ise birlikte yönetim vaadi verilen anlayışları yaşadığı konteyner kentlerden takip ediyor. Enkaz ve yıkımların hala sürdüğü şehirde insanların ise henüz bir yaşam alanı olmadığı ve gelecek kaygısını hat safhada yaşandığı atmosferde sandığa gidip oy kullanma mecalinin olup olmadığı ise tartışma konusu. Psikolojik olarak hayattan ve yaşama dair bir beklentisi olmayan bu halkı sandığa götürerek doğru tercih yapmasını istemek ise sadece çıkar güden zihniyetlerin işi olabilirdi. Siyasi Parti ayrıt etmeksizin güveni sarsılmış ve yaşadığı felakette sadece kendi kendine olduğunu anlamış bir halka hiç bir vaat vermeden ‘biz sizin oyunuza talibiz’ demek ise mücadeleci ve kolektif zihniyetlerin elbette ki işidir. Mevcut iktidarın ise yönetime talip olma anlayışı sessiz ve derinden olsa da onlar da, ‘biz yoksak sizin yaşamınız da yok’ dercesine bize muhtaçsınız rahatlığı ile proje vaadi veriyorlar.

Normal yaşamanın sadece yaşamanın artık imkansız olduğu şu zamanda insan olarak yaşama ise tamamen güç bir durumda. Şu yerel seçim atmosferinde sürekli bir yerlerden birilerine muhtaç hissetmek zorunda bırakılarak üstenci sözler duyan bir halkın, sadece normal olarak yaşama hakkı , demokrasiyi üste düzeyde savunan kişiler tarafından bile görmezden geliniyor. Siyasi çıkarların normal bir vatandaşın telaffuz edemeyeceği rakamların döndüğü siyasi denklemlerde birilerinin gelip halkı düşüneceğiz halk için çalışacağız vaadi vermesi ise İngiliz mizah anlayışı düzeyinde güzel bir espri olarak kalıyor. Gücü eline alarak sadece cebini doldurmaya niyetlenen kişilerin her gün zoraki halk buluşmalarında zoraki gülüşleri ise kibrin insan hayatı için ne kadar tehlikeli olabileceğini gösteriyor.


Halkın oy verme eğiliminde ise bu sayılan tutum ve davranışların olumlu etkisi olabilir ancak vatandaşların bu tavrı görmeyip bunlara kanarak oy vereceğini ve birlikte yönetme isteğinin gerçekten olduğunu düşünmek sadece bir akıl tutulması olacaktır. 31 mart yerel seçimlerinde halkın tepkisinin ne olacağını göreceğiz ama unutulmamalıdır ki yaşamı elinden alınmış ve ölüm umursamazlığını hala yaşayan bir kitlenin içi boş ve anlamsız vaat ve konuşmalara kanacağını sanmak sadece bir hayaldir. Halkın eğilimi ne olursa olsun pragmatik davranarak gücü eline almayı hedefleyenlerden her koşul ve zamanda daha pragmatik ve güçlü davranır.

Hatay’da güç ve demokrasi


Türkiye 31 Mart yerel seçimler yaklaşırken en tartışmalı konulardan biri de belirlenen adaylar konusu haline geldi. CHP’de yaşanan değişimin ardından bu sürecin aday belirleme durumuna da yansıyacağı düşünülmüştü. Özellikle yeni seçilen Genel Başkan Özgür Özel’in değişimci olarak tanımlanması ve kendisinin de parti içinde ve yönetimde değişim vaadi vermesi umutları arttırmıştı. Ancak günler geçip yerel seçimlerde adaylar netleşince tablonun bu şekilde olmadığı görüldü. Özellikle de Hatay’da alınan karar yerel halkı şaşırtmasa da birçok insanın tepkisine sebep oldu. 10 yıldır Hatay’da Büyükşehir Belediye Başkanı olan Lütfü Savaş’ın tekrar aday gösterilmiş olması tepkilerin sadece yerel ile kalmayıp ülke kamuoyuna yansımasına sebep oldu. Bu tepkinin asıl sebebi olarak 6 Şubat’ta Hatay’da yaşanan deprem olarak gösterilebilir. Ancak görev süresi boyunca şehrin altyapı sorununu dahi çözmeyerek sorunu sürekli iktidarın üzerine atan mevcut başkanın onca yılda yapmadıkları icraatları da tepkinin ana kaynağını oluşturuyor. 6 Şubat sonrasında ise hiç bir sorumluluk almayarak yıkılan hiç bir bina da belediyenin ve meclisinin aldığı bir karar olmadığını savunması ve bu yönde belgeler dahi sunması inandırıcılığı tamamen yitirdi. Yıkılan Rönesans rezidans ile ilgili müttehitti savunur sözleri ve belediyenin bu işler ile kurcalanmasının zarar vereceği ifadeleri halkı bir tehdit unsuru olarak yansıdı. Gündeme gelen yolsuzluk iddialarında ise ebetteki hiç bir sorumlulukları olmadığı gibi bir CHP’li belediye olarak liyakat esas alınıyordu. Kendi tanıdığı kadroları ve kardeşinin belediye de kadrosunda olması ise usulü uygun ve bir hak olarak görüyordu.

Ne yazık ki bu durumların sokağa yansıması ise hiç öyle olmadı. Yaşanan felaket sonrasında görev sorumluluğun kalmadığını şehirde tüm yetkinin valilik ve AFAD’ın elinde olduğunu beyan ederek buna rağmen yaptıkları çalışmalar ile övündüler. Bu çalışmaların ise sadece kendileri tarafından görünüyor olup sokakta bir yansımasının olmaması ise bu şehirde yaşayan insanların bir illüzyonu olmalı. Çünkü CHP’li belediyecilik anlayışı asla hata yapmaz ve her daim halkın yanındadır. İş ve icraat yaptırmayan tek mekanizme sadece iktidardır. Bu kişilerin her koşul ve durumda sığındıkları bahaneler iktidar yaptırmıyor söylemi acizlik ve iş bilmezliğin ürününden başka bir şey olarak görünemez. Kendileri yıkılan enkaz altında kalan hiç bir vatandaşın canına verdikleri imar ve ruhsat izni ile kastetmeyerek aksine her an sahada olup halka yardım ettiler. Adaylık sonrası oluşan tepkilerin sebebi ise elbette ki halkın iş bilmez ve nankörlüğü olarak lanse edilebilir. Kendileri ile biz aynı düzen içinde yaşamadığımız için yapılan ve yaptırılmayan hiç bir şeyi göremiyoruz. İktidar eleştirisinin arkasına sığınarak kendi otoritelerini korumaya çalışanların despot ve radikal iktidarlardan farkı yoktur. Güç hırsını elinde barındırarak sadece halk sevdası adına ses yükseltenler tarih boyunca sadece ceplerini doldurup halka hizmet ettiğini savunan kişiler olmuşlardır. Türkiye zemininde nasıl olsa iktidar her istediğini yapıyor mantığından yola çıkarak sözde yapmak istedikleri çalışmalarda iktidar izin vermiyor bahanesine sığınanların iktidardan beter yönleri hakim.


Bugün Antakya’da planlanan ve mevcut Belediye Başkan’ın şehri yeniden ayağa kaldırmak için yapmak istediği çalışmaları kendi çevresine yaptırmayıp pastadan pay almaması bizim yansıma olan dünyamızın bir ürünüdür sadece. Çünkü halk asla bilmez ne yapılsa anlamaz mantığı bu despot yönetici olmaya çalışan kişilerin basit mantığında yatan düşüncedir. Bu tip yönetici tavırlarının ise artmasına sebep olan yaydıkları korku ve tehdit ikliminden kaynakladır. Oluşturdukları kendi kadrolarında onları saf dışı bırakma ve ekonomik olarak gelir kaynağı düşük vatandaşlara hizmeti bir borç verircesine vaat etmeleri en büyük eylemleri olarak görülür. Öte yandan yerelde oluşturmuş oldukları basın ve medya gücü azımsanmayacak derecede kuvvetlidir. İhale ve diğer alanlarda çıkar ilişkileri kurdukları basın ve medya organı sahipleri dünya yansa bile asla aleyhte bir cümle yazmaz ve koruyucu tavır takınarak pastadan aldıkları paya bakarlar. Adlarında yatan özgür basın halkçı basın gibi ifadeler sadece popüler kültürün alt metnini oluşturmuş terimlerdir. Kulaklarını gerçeğe tıkayan bu yerel medya iktidar eleştirisi yapmaktan ise asla imtina etmez. Ama işin özünde bakıldığı zaman kendilerinin iktidar medyası olarak adlandırılan medyadan bir farkları olmadığı gibi yerel gücün devamlılığı ve sürekliliğine etkileri yüksektir. Herkes iktidarı eleştirirken iktidardan fazla iktidar olma ve kendi burjuva düzenini aslında yerel anlamda kurmuş durumdadır.

Unutulan bir nokta ise öfkesi kuvvetli ama yaşadıklarından yılgın bir kitlenin henüz patlamayan bir ateşi mevcut. Yaşanılan felaketin ardından kendi kabuğuna çekilerek yaşama derdine düşen halk her ne kadar demokrasi kavramı tartışmaya açık olsa dahi öfkesini yansıtacağı fırsat ve anı kolluyor. Gün geldiğinde halkın yanında görünen her güç sahibi kimse bu öfkenin karşısında boyun eğmek zorunda kalacak. Bazen demokrasinin abartılmış bir kavram olduğu ifade edilse de bu abartı birilerinin elinde asıl güce dönüşerek mekanizmanın işlemesini sağlar. Dünya düzeninde sağ ideolojiler yükselirken elbette halkın da söyleyeceği bir söz olacak belki de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde bu olmadı ama şimdi yerelden bu sözü yukarı doğru haykırma fırsatı olacak.

YAPAY DİLEKLER

Yeni bir günün başlangıcı ile 2023 yılını geride bıraktık. Kaybolmuş bir kentin içinde hayata tutunmaya çalışan insanlar yeni bir yılın getireceği umudu kutlamaya çalıştı. Konteyner kentlerde kalan insanların özgürce kutlayamadığı bir gün yaşandı. Alışmış oldukları hayatları geride bırakan insanlar yeni yılın umut getireceğine inanarak yaşadı bugünü.

Gerçekten öyle oldu mu peki?

Bir önceki yılbaşı da kendi evlerinin çatısı altında olan insanlar artık evlerin de değillerdi. Konteynerde, çadırda ya da başlarını soktuklarına şükrettikleri bir yerdeydiler. Alışılmış yeni yıl kutlamalarının aksine karanlık ve yasın hakimiyeti vardı şehrin üzerinde. Sürekli bahsettiğimiz insanların duygularını ve yaşama isteklerini bir kenara bırakmışlığına canlı tanıklık ettik. Elbette bunun yanında patlayan havai fişekler ve eğlenmeye çalışan insanlarda vardı, şehrin hala ayakta kalan mekanlarında. O insanlarda kendi acılılarına yaşama tutunma umutlarını bu kutlama ritüeli ile yerine getirmek istediler. Ama işin en sonunda herkes kafasını yastığa koyduğunda yine ortak bir noktada birleşiyor. Acaba deprem olur mu ? Bu şehrin insanın içine yapışan onu kemiren bir yaratık gibi gitmiyor akıllardan bu soru. Ne yaparsa yapsın ister eğlensin ister ağlasın herkes bir yerde aynı soru ile birleşip bu duygu ile yaşıyor.


Yeni bir güne uyandığımız bu sabahta da aynı düşünceler ve aynı sorular hakim. Gittikçe daha fazla içine kapanıp hayatın yetişilemez ritmine rağmen ağır ağır yaşıyoruz. Hiç bir şey geçmiyormuş gibi her şey aynı kötülük ile devam ediyormuş hissi bitmek bilmiyor. Hatay’da yaşanan sorunların yanı sıra ülkenin de bulunduğu çıkmaz politik ve ekonomik iklim bu buhranı daha da karmaşık hale getiriyor. Eskilerin tadı yok klişe cümlesi belki gerçekten geçirdiğimiz yılda anlam buldu. Ne yaparsak yapalım asla eskinin o tadına ulaşamaz olduk. Yaşamak artık sadece bir hayatta kalma mücadelesine dönüştü. Sokaklar sadece yapay yüzleri ile yürüyen canlılara ev sahipliği yapıyor . İletişim kurduğumuz insanlar,ilişkilerimiz soğuk ve çıkar bazlı noktalarda seyrediyor. Kimsenin birbirine tahammül edemediği kaostan beslenen insanlar haline geldik. Hayatımız kötü yazılmış bir festivali filmi kasveti gibi akıyor, ama bitmek bilmiyor. Geçtiğimiz bu 2024 yılı içinde dilekler dilendi temenniler edildi. Ama kimse içten bir dilek dilememiş gibi bir tavırdaydı. Sadece söylenmek için söylenen sözler gibiydi dilekler. Kimsenin iyi bir şeye inancının kalmadığının resmiydi bu dilekler. Ama yine de tepe taklak olan hayat belki bir gün düzlüğe çıkarır bizi. Kim bilir belki 2024 buna vesile olur . Tıpkı geçmişte dilediğimiz dilekler gibi…

DİSTOPYADA ÖZGÜRLÜK


Yaşadığımız bu çağda her şey insan için oluyorken en değersiz varlık olarak da insan gösteriliyor. Gelişmiş dediğimiz toplumlarda bile siyasi iklim daha sert adımlarla kendini gösteriyor. Herkesin adil eşit bir yaşam için bağırdığı ve desteklediği sokakların aksine siyasi atmosferde daha sert icraatlar görüyoruz. Ülkemizden Avrupa ülkelerinin yaşam koşullarına imrenerek baktığımız zaman görüyoruz ki yönetimler daha tutucu bir şekil almakta. Kendi ülkemizde ise özgürlük ve daha iyi yaşam koşulları için sözde söylemler düşerken dilimizden aslında mevcut yönetimin zihniyetini kanıksamış halde hayatımıza devam ediyoruz. Sadece odağımızı bir iktidar karşıtlığı meselesine odaklamış ve karşıt söylemleri alışkanlık haline getirmiş durumdayız. 6 şubat depremlerinin ardından tüm otoritelerin suçlanması gerekirken sadece bir iktidar eleştirisi ile diğer sorumluların kendilerini haklı çıkarma girişiminde olduklarını gördük. Elbette ki yadsınamaz bir iktidar eleştirisi ve yaşanan depremde iktidarın aldığı aksiyon ve sorumluluğu mevcut. Fakat şehirlerin yapılanmasında sorumlu olan yerel yönetimlerin bu iş sadece iktidarın tekelinde oluşmuş gibi takılarak mağdur edebiyatı yarattıkları gözlerden kaçmamalı. Yaşanan sürecin ardından olayın tek sorumlusu iktidar diyerek elini taşın altına koymaya tenezzül etmeyen yöneticiler kendi sorumluluklarını iktidara yükleyerek vicdanlarını rahatlatmaya çalıştılar. Alışılmış popülist sol söylemlerin ürettiği iktidarı hedef alarak kendini haklı konuma düşürüp halk ile birlikte mağdur tarafta bulunma hali sadece topluma zarar verdi. Deprem süreci boyunca ekranlara çıkarak kendi sürekliliğini dinç tutmak isteyenler halkın asıl sorunlarını bir kenara bırakarak vicdani huzur sağlamaya çalıştılar.


Yaklaşan yerel seçimlerde de görüyoruz ki bu popülist söylemlerin ikna ediciliğine deprem süreci boyunca inanmış yönetici adayları bu tavırla kendi iktidarlarını meşru kılmaya çalışıyorlar. Sağ popülizmi eleştirerek ondan argüman devşiren bu zihniyet sadece iktidarın ufak bir yansıması olarak kendini göstermeye çalışıyor. Özellikle bu ufak yansıma asıl mağdur olan halkın zihnini bulanıklaştırarak kendilerinin, iktidarlarını sürdürme çabası olarak görülüyor. Yaklaşan yerel seçimlerde görüyoruz ki özellikle Hatay’da hiçbir yerel yöneticinin bir sorumluluğu söz konusu değil. Yaşanan sürecin ağırlığı sadece felaket olarak nitelendirilip, herhangi bir kusur bulunmuyor. Her şeyin alt üst olmuş olduğu bir şehirde yerel yöneticiler iktidar eleştirisi yaparken, argümanlarını bu felaket özelinde kullanırken, ancak yerel sorumluluklarını yerine getirirken, her şeyin olması gerektiği gibi ve fazlasını yaptıkları söylemi ile hareket etmektedirler. Oysa ki enkazların bile hala kalkmadığı bir şehirde yerel anlayışlar siyaset yapma merakı içinde yollarına devam etmek istemektedirler. Manipüle edici söylemler o kadar çelişkili sadece bir distopyanın içinde olduğuna inanan bir halk var artık. Distopyanın içinde olan halk kendini soyutlayarak bir yaşam mücadelesi vermek için çaba sarf ediyor. Ancak yerel siyasi aktörler bu distopyada bir hegemonya kurma çabası ile hareket ederken, icraa edemedikleri icraatlarını sıralıyorlar. Sol popülist söylemlerle kendi otoriter fikirlerini yansıtarak bir yönetim elde etmeye çalışan distopyanın iktidarının, sağ popülist iktidarlardan tek farkı ise yaptıklarını bir ütopyada var etmeye çalışmış gibi yansıtmaları. Yaklaşan yerel seçimlerde bir distopyanın içinde olan halk, kendi demokratik hakkını kullanarak oy verecek ve birini seçecek ancak tek sorun ise distopyalarda henüz demokrasinin nasıl işlediğini görmemiz.

BİR BAKIŞ

İnsanoğlu tarih boyunca sürekli bir yerden bir yere gitmiştir. Göçebe yaşam insanoğlunun sürekli hareket halinde olup yeni yerler keşfetmesini sağlamıştır. Yeni yerler keşfetme zorunluluğu oranın yapısına ayak uydurmaya da sebep olmuştur. Zamanın ilerlemesi ile birlikte ve yerleşik hayata geçilmesi ile bu keşif yolculuğu devam etmiştir. Yeni coğrafyalar keşfetmek için denizler aşılmış , çöller geçilmiştir. Keşfetmenin hazzı insanı girdabına çekmiş, sürekli hareket halinde olmayı çekici kılmıştır. Sanayi ve teknolojinin gelişmesi ile bu yolda olma hali belli mekanik araçlarla sağlanmaya başlanmıştır. Tarih sahnesinde kullanılan at vb. araçların yerini otomobil, tren, uçak gibi mekanik araçlar almıştır. İnsanoğlu bu araçların keşfi ile bir yerden bir yere gidiş süresini en aza indirmiştir.

Yaşadığımız bu dönemde de insanlar bu araç ve türevleri ile yolculuk yapmaktadırlar. Yolda olmak bireyin temposunu ve lüks bir hayat değerine sahip olduğunu gösterebilir. Üst sınıfın kendini ifade ederken kullandığı “seyahat ediyorum-sürekli yoldayım” gibi ifadelerle kendini bu sınıfa atfetmiş bireylerin , bu yolda olma halinin sadece kendi sınıflarına mensup olduğunu gösterip , üstenci bir bakış açısıyla hareket etmelerini sağlar. Aslında her insanın rahatlıkla bu yolda olma halini yaşayabilmesi muhtemel ve basit bir olaydır. Ancak belli bir sınıf bu yolda olma halini sahiplenip, lüks materyaller kullanarak yaptığı bir eyleme dönüştürmektedir. Özellikle seyahat edilen araçlarda belli alanların yüksek fiyatlarla satışa sunulması ve üst sınıfın sadece bu biletleri alması sınıfsal bir ayrıma sebebiyet vermektedir.

Şirket ve kuruluşların pazarlama stratejisi olarak ortaya çıkan bu süreç , bir sınıfın bu durumu sahiplenip, kendi kimliğine entegre etmesine sebep olmaktadır. İşin özünde herkes aynı araç ve aynı koşullarda seyahat etmektedir. Ancak bu sınıfa ayrılan alanlarda sunulan minimal hizmetler bu sınıfın kendini ayrıcalıklı sanmasını sağlamaktadır. Bu ayrıcalıklı sanma hali bu sınıfın halktan kopup , diğer insanlarla bir sosyalleşme ortamında bulunmamasını sağlamaktadır. Bu sosyalleşme ortamının sağlanamayışı bu insanların sadece kendileri gibi gördükleri insanlarla sosyalleşip, kendi hayat gerçeklerini yaratarak aslında gerçeklikten kopuk yaşamalarını sağlamaktadır. Bu durumda bu sınıf asıl hayat gündeminden kopuk şekilde yaşayıp, dünya ve ülkesi adına oluşacak etkileyici kararlarda gerçeğin ardında hareket ederek, yanlış kararlar vermektedir.

Oysa ki yolda olma hali bu kadar ayrıcalıklı bir hal değildir. Sınıfsal bir ayrıma sebep verecek bir mefhum da değildir. Yolda olmak bir noktada bireyin kendi ile baş başa kalışı ve derin düşüncelerle özde bir sorgulama yapışıdır. Yapılan kara yolu yolculuklarını göz önünde bulundurursak , hareket anından başlayarak devam eden bir rahatlama hissi mevcuttur. Aracın penceresinden dışarıya bakılmaya başlandığı anda duygular yoğun şekilde yaşanmaya başlanır. Geride bırakılanların üzüntüsü boğazda bir düğüm oluştursa da , varılacak olanın heyecanı kaplar bir yandan da insanın içini. Ama asıl olan ise o yolda olma halinde gözler önünden hızla geçen manzaraların insanda yarattığı huzurdur. İnsan o manzaraları izlerken bir şeyden kurtulmuş ve kötü bir şey olmayacakmış hissine kapılır. Bilinmeyen hayatların gözler önünden geçişi kendi hayatını sorgulatır insana. Benzerlikleri ve farklılıkları ortaya koymak ister. Ancak o anlar o kadar kısadır ki , bir bağlantı kurmak için sadece akılda bir kare kalır. Bazen bu bir renk , kişi ya da başka bir şey olabilir. Akan manzaralar bireye hayat içinde ne kadar az yer kapladığını da gösterir. Geçilen yerlerde ki kalabalıklar, insanların gün içindeki hengamesi, bireye kendinin de o insanlar gibi yaşadığını gösterir. Sanki ölüm anında beklenen hayatın şerit gibi gözler önünden geçişi o aracın penceresinden insanın gözlerinin önüne serilir. Hayatın ne kadar basit olduğunu göstermek istermişçesine hızlı hızlı akar kareler gözlerin önünden. Bu sayede yolda olma halinin huzurunda insan kendini de anlar. Hayatın içinde kimsenin bir sınıfsal ayrıma sahip olmadığını idrak eder. Herkesin aslında eşit olduğunu onun da herkes gibi olduğunu tam anlamıyla öz arayışında sonuçlandırmış olur. Yolda oma halinin belli bir sınıfın oyuncağı olarak kullanılıp , lüks materyallerle ve pazarlama unsuru olarak sunulmasına rağmen yolda olmanın sadece bir araç olmadığı ortaya çıkmış olur. Tüm bu karmaşa içinde ile yolda olmak huzur yaratır. İnsan gideceği yere varıp o yaşam ritüelini tekrar yerine getirmek istemez. Yolda olma hali her ne kadar sorgulama ve arayış olsa da bir noktada insanın kendinden kaçışıdır.

Kendilerini belli bir sınıfın mensubu olarak gören insanlar , bu yolda halini asla kavrayamazlar. Onlar için yolda olma , diğer insanların olmadığı alan da sunulan basit hizmetlerle tatmin olup , en kısa sürede gidecekleri yere yetişmektir. Onlar için yolda olmak gün içinde sık ama kısa zaman dilimin de seyahat etmektir. Fakat bahsettiğimiz gibi yolda olma bir arayış ve sorgulamadır. Gitmek ve yetişmek kavramlarının ortadan kalktığı bir süreçtir. Tıpkı şairin dediği gibi ” Yol güzel varmak değil “….

Kültüre Yansıyan Hüzün

Müzik hayatımızda mutlu ya da mutsuz anlarımızda sığındığımız bir liman görevi görüyor. Yaşadığımız günün içinde geçen anların ardından ruhumuzu yatıştırmak için kendimizi notaların akışına bırakırız. Bu akışın içinde olmak ruhumuzu dinlendirir ve duygularımızı en üst düzeyde yaşamamızı sağlar. Çeşitli müzik yapıları içinde kendimize en iyi gelecek müzik türünü seçer ve o notaların kulaklarımızda çınlamasını isteriz. Sadece kendi dilimizde olan müzik türlerini değil farklı dillerde olan müzik türleri de ruhumuz için dinlendirici etkiye sahiptir. Fakat dünya üzerindeki çok az müzik içinde hem acıyı hem hüznü barındırır.

İşte Ortadoğu müziği onlardan biridir. İçinde barındırdığı enstrümantal zenginlik sayesinde bunu basit bir şekilde yansıtır. Ortadoğu müziği ender rastlanan bir enstrümantal zenginliğe sahiptir. Vurmalı, üflemeli, çalmalı birçok enstrüman aynı anda icra edilerek duyguların harmanlanışı sağlanır. Bu ayrıcalık, Ortadoğu’nun sürekli karmaşa içinde olmasına rağmen bu karmaşanın ruhunu müziğe yansıtmasından kaynaklanır. Yıllar boyunca sürekli savaşların ve iç kargaşanın hüküm sürdüğü bu coğrafyada acı ve hüznü aynı anda müziğe yansıtır. Bu coğrafyanın müziğinden eğlendirirken ağlatan, ağlattığı zaman da eğlendiren ritimler yükselir.

Bu coğrafyanın müziği, sadece o coğrafyada yaşayanlar için aynı etkiye sahip değildir. Zamanında savrulup oradan kopmuş, ama kültürünü yanında getiren Hatay’ın Arap kökenli halkı da bu müzikle duygularını yansıtır. Ataların bıraktığı bu kültürel mirasa kuşaklar değişse de insanların çoğu hala sahip çıkmaya çalışıyor. Özellikle müziği asla göz ardı etmiyorlar. Ortadoğu’nun o eşsiz notaları, bu halkın tüm eğlencelerinde, özellikle de düğünlerinde söylenip çalınıyor. Hatta atalarının mirasını bu eğlence anlarında anımsayıp belki de hüzünleniyorlar. İnsanlar, o kültürden gelen eserlerle eğlenirken, geleneksel oyunları da sergiliyorlar. Düğün gibi eğlencelerde hareketli eserler söylenip çalınırken, gündelik yaşamın içinde ise çoğunlukla kendini Lübnan’ın aşkına adamış Feyruz’un şarkıları dinlenir. Sanatçının aşk ile harmanlanmış eserleri, halkın çoğu tarafından bilinir. Popüler kültürün hüküm sürdüğü günümüz dünyasında, Hatay’ın Arap kültüründen gelen kuşaklar, aralarındaki kuşak çatışmasını bu müzik ile kapatmaya çalışır. Bu müziğin çatısı altında birleşip, atalarına bir selam gönderip, saygılarını sunarlar.

Yaşanılan her acı ve mutluluk bu halk tarafından bu müziğin dinlenmesine yol açıyor. Bu halkın çoğu Ortadoğu coğrafyasında bulunmamış olsa bile damarlarında o kültürel kodları barındırıyor. 6 Şubatta yaşanan deprem felaketi de halkın acısını bu müzikle bastırmasını sağladı. Yaşanan felaketin ardından insanlar, evlerini, yakınlarını kaybetmenin acısını dinledikleri bir Ortadoğu ezgisi ile yatıştırmaya çalıştılar. Coğrafyanın o hüzünlü ezgileri belki bu amaçla yazılmamıştı, ama şimdi başka bir acının konusu içine tam oturuyordu.

Evlerini kaybedip şehri terk etmek zorunda kalan insanlar ise zamanında Lübnan halkının savaş ve kargaşa durumundan ülkelerini terk ettikleri ve o günlerini anlatan Feyruz eseri olan “Rageen Ya Hawa” adlı parçayı dinliyorlardı. Bu kültürü yansıtıp anlatmanın zorluğunu yıllarca yaşayan bu halk, 6 Şubattan sonra kendini anlatmayı bırakmış sadece kültürden gelen acının kaderini yaşıyordu. Sosyal medyada paylaşılsa belki de yadırganıp anlaşılmayacak olan bu müzik, şimdi yıkık binaların ve felaketin görsellerine bir ağıt oluyordu. Çoğu dinleyenin sözlerden bir anlam çıkaramayacağı açıkça ortadaydı, ancak felaketin görselleri o kadar acıydı ki müziğin ritmi yıkılan şehir için ağladığı gayet iyi anlaşılıyordu. Bir halk kültürüne sığınıyordu. Acı ve hüzün herkese nerden geldiğini ve hangi kültürde yaşadığını hatırlatıyordu.

Atalarının vatan topraklarından kopup buraya yerleşmelerinin isyanı yoktu, tam aksine bu kadar acı içinde neleri göze alabilecekleri vardı. Çünkü başka hiçbir şehir bu kültürü bu kadar sahiplenip, bu kültürün yaşatabileceği bir yer olamazdı. Gitmek zorunda olanlar da buradan yola çıkarak Feyruz’un şarkısında söylediği gibi geri döneceklerinin sözünü veriyorlardı. Kalanlar ise bu topraklara dair anlam buldukları eserlerde acılarını dindiriyordu. Hem kalanlar hem gidenler aynı ritimde, aynı duyguda hüzünleniyordu. Şimdi gidenler sözlerini tutarak geri dönüyorlar. Dönüş yolunda yine aynı şarkı çalıyor, gözlerde yaşlar hal var ama notaların içinden mutluluk da yükseliyor. Kalanlar da şimdi bu eserleri şehri var etmenin heyecanıyla dinliyorlar.

Ortadoğu’nun hüznünü verdiği bu şehir ve insanları, kültürlerine bağlılıklarını en zor anlarında bile göstermiş oldular. Ortadoğu kültürü uzakta olan insanlarına hem hüznü hem mutluluğu acı bir tecrübeyle göstermiş oldu. Kuşağın en genç kesiminin belki de o kadar aşina olmadığı eskilerin bir kısmının ise bildiği ama unutmaya yüz tutmuş kültüre aidiyetleri tekrar canlanmış oldu. Unutmanın mümkün olmadığı ve her insanın daha bağlı kalacağı bir kültüre dönüşmüş oldu. Ortadoğu’nun ritimleri acı içinde kulaklarımızda çalmaya devam edecek, ama işin güzel ve tuhaf tarafı, acı içinde çalan bu ritimler bir gün bize mutluluk verip bir günde hüznü en dipte yaşamamızı sağlayacak. Çünkü bu müzik duyguların ve yaşanmışlığın müziğidir. Gerçeklik, bu müziğin özünde var. Ortadoğu’nun çalan o ritimleri ve biz de yaşadıklarımız ile bu kültürü var etmeye devam edeceğiz.

Nerde Kalmıştık ?

Sosyal medya çılgınlığının yaşandığı ve tahammülün en alt seviyede olduğu bir dönemdeyiz. Kimsenin bir duruma veya söylenen sözlere katlanamadığı ve öfkesini kontrol edemediği bir çağ yaşanmaktadır. Sosyal medya kullanımının yaygın hatta hayatın bir parçası olması, bu durumun nedenleri arasında gösterilebilir. Günün çoğunu ekran kaydırarak geçirdiğimizde, beğenilmeyen içerikler karşısında öfke patlamaları yaşanıyor, hakaretler ve küfürler ediliyor. Eleştiriye tahammül artık sıfır noktasının bile altında kalıyor. Özellikle sosyal medyada üretilen mizahi içerikler, kitleleri birbirine düşürüp ayırmada başlıca rolü oynuyor. Halbuki bu içerikler, durumu veya kişiyi eleştirmeyi amaçlayan içeriklerdir ve bunu da en makul şekilde yapmaya çalışırlar. Fakat ayrışmanın ve takım destekler gibi partilerin desteklendiği bu ortamda bu içeriklerin anlaşılması da olanaksız hale geliyor.

Türkiye’nin 90’lı yıllarında ise bu durumun tam aksi bir tablo mevcuttu. Elbette ki sosyal medyanın ve internet kavramının ortaya çıkmamış olması bu dönemde günümüzün aksine bir tavrın yaşanmasının etkenleri arasında sayılabilir. Fakat siyasi açıdan bugünden neredeyse farksız bir tablo mevcut değildi. Dönemde siyasi çalkantılar, sert bir siyasi anlayış, ekonomik kriz ve bir sürü faili meçhul cinayete ev sahipliği yapıyordu. Bu dönemde de siyasi ayrışma hakimdi. Dönemin sanat, sinema ve müziği de mevcut koşullardan etkilenerek şekilleniyordu. Bu dönem ile arasındaki tek fark ise yapılan mizahi eleştirilerin rahat şekilde yapılıp, tepki çekse bile mizahı yapanların ağır sonuçlarla karşılaşmamasıydı. Dönemin siyasi buhranın sebebi siyasiler onlara karşı yapılan eleştirilere genelde gülüp geçiyor, tepki gösterseler bile bunu üsluba uygun şekilde yapıyorlardı. Mizahi eleştiri yapan kişiler sosyal medya linçi sonucu tutuklanmıyor, siyasetçiler eleştiri yapılamaz rozetini takmıyorlardı.

Eleştiriler müzik alanında da yoğunlaşmıştı. 90’lar müziği kendine has birçok tarzın ve sanatçının ortaya çıkmasını da sağladı. Fikret Kızılok da onlardan biri. Diskografisine 1965 yılında “I wanna be yours” ile başlayan sanatçı, 22 Eylül 2001’deki ölüm tarihine kadar birçok unutulmaz eser bıraktı. Tarz olarak rock sanatçısı olarak adlandırılan Kızılok, birçok deneysel çalışmaya da imza attı. 1995’te yayımlanan “Yadigar”, 1996’da yayımlanan “Vurulduk Ey Halkım”, 1997’de yayımlanan “Mustafa Kemal-Devrimcinin Güncesi” dönemin siyasi atmosferinin bir özeti gibidir. Ayrıca, 1993’te yayımlanan “Yan Yana” albümünün içinde yer alan “Why High One Why” adlı şarkı da 90’larda ki mafyatik tiplerin ve magandaların tanımlandığı kendine has bir eserdir.

Özellikle Yadigar albümünde olan “Demirbaş” şarkısı, dönemin özeti niteliğindedir. Dönemde yaşanan siyasi ve toplumsal olaylara göz atarak, dönemin siyasi aktörlerine ince göndermelerde bulunan mizahi ve eleştirel bir Kızılok şarkısıdır. Eser 80’lerden başlayan toplumsal özetini 90’lara kadar uzandırarak bir siyaset ansiklopedisi görevi görür niteliktedir. Özellikle nakarat bölümünde, yaşanan tüm olaylarda Süleyman Demirel’in başbakan oluşuna mizahsal olarak göndermeler yapan Kızılok, sadece herhangi bir tarafı veya kişiyi eleştirmemiş, dönemin tüm siyasi aktörlerine göndermelerde bulunmuştur. Bir çıplaklık şeklinde yaşadığı ekonomik buhranı ve siyasi baskıları eserine yansıtmıştır. Sanatçı, sadece ülke içinde değil, ülkenin dışında da gelişen önemli olayları aktararak ülke ile kıyaslamıştır. Dinlerken yaşananları bir şerit gibi gözler önüne seren şarkı, ayrıca dinleyicilerini de tarihin içinde kısa bir yolculuğa çıkarıyor. Bu sert ve birçok mizahi eleştiri barındıran eser sebebiyle sanatçı tutuklanmamış ve ölüm tarihine kadar müzikal üretimine devam etmiştir. Dönemde sosyal medyanın olmayışı da bu duruma etki etmemiştir.

Yaşadığımız bu günlerde ise sosyal medya bu durumlara etki ediyor. Komedyenlerin işleri gereği mizahi eleştiri yaptıklarında bile sosyal medya linçine kadar ilerleyen bir süreç yaşanıyor. Müzikte ise mizahi eleştiri anlayışının bitmiş olmasından dolayı ortaya anlamsal olarak bozuk ve müzikal kaliteden yoksun şarkılar çıkmaktadır. Sosyal medya aracılığıyla herkes bir tarafın ve bir kişinin destekçisi olmaya zorlanıyor. Tarafsız kalmak bile artık bir tarafı tercih etmek anlamına geliyor. Olaylara kendi salt bakış açımızla yaklaşamıyoruz çünkü maruz kaldığımız içerikler yalnızca bir tarafın ve bir kişinin düşüncesini yansıtıyor. Objektif bakış açımızı sosyal medyanın kontrolüne bırakmış durumdayız. Sosyal medya mecraları düşünüyor bizim yerimize, nasıl yorum yapmamız gerektiğini belirliyor. Ancak bu durumdan uzaklaşmanın yolları vardır. Öncelikle bu mecraların ve içeriklerin artacağını kabul etmeliyiz. Dolayısıyla doğru bakış açısına ulaşmak için daha fazla araştırma yapmalı ve doğru kaynakları tercih etmeliyiz. Kim bilir, belki bir gün kendi düşüncemiz ve yorumumuzla tamamen özgün bir bakış açısına sahip olabiliriz.

NERDE KALMIŞTIK ?

FİKRET KIZILOK – DEMİRBAŞ https://www.youtube.com/watch?v=P8hQKG_uGm0

FİKRET KIZILOK – WHY HIGH ONE WHY https://www.youtube.com/watch?v=49DHQRiIl8M

FİKRET KIZILOK – LA VİE EST BREVE https://www.youtube.com/watch?v=VeO4vsTfSvA

Sabrın Ötesi Sebat

Dünya siyasetinde sağ ideolojilerin kuvveti yaşam koşullarını gün geçtikçe etkiliyor. Siyasette sağ ideolojilerin ön plana çıkarak ülkelerin yönetimlerinde doğrudan söz sahibi olmaları yaşanan sürecin güç haline gelmesinin etkenleri arasında sayılabilir. Bu ideolojiler elbette ki gerçekleşen demokratik seçim sonuçlarıyla belirleniyor. Yine de yaşanan ekonomik sorunlar seçen ve seçmeyen kitleleri bağlayıcı olup günün sonunda onların cebini yakıyor. Radikalleşen ekonomik ve siyasi hamleler çoğu ülkede artan enflasyon oranları geçim sıkıntısını daha da güç hale getiren etkenler arasındadır.

Ülkemizde de yaşadığımız seçim sürecinin öncesinden başlayıp halen devam etmekte olan ekonomik bir sorun mevcut. İktidarın yapılan seçimden açık ara galip çıkması, ekonomik hamleleri daha sert ve cesur şekilde yapmasını sağladı. Bu durumda halkın geçim sıkıntısının artmasına sebep oldu. Halbuki seçim öncesinde birleşen muhalefet blokları, bu ekonomik buhran için çözüm vaatleri vererek yıllardır iktidarı elinde tutan yönetimi devireceklerini ve kazanacaklarını vaad ediyorlardı. Muhalefet ve onları destekleyen kitleler için sabrın sonu selamet olacaktı. Yıllardır sabredilen bir seçim galibiyeti ve ülkeyi yönetme arzusu gerçekleşecekti. Fakat işin sonu hüsranla noktalandı. Sabır çözüm için yetmemişti.

Eksik olan şey sebattı. Sebat, sözünden veya kararından dönmemek, bir işi sonuna kadar götürmek ve direnmek şeklinde tanımlanır. Başka bir kaynakta ise “bir işe istek ve arzu duyma, yaşanan tüm cefakarlığa katlanmak” şeklinde tanımlanır. Sabır ve sebat ilişkisi ise sabrın istek ve arzuyu koruyup yaşanan zorluklara katlanmak olduğu, sebatın ise bu süreçte azimle çalışmak ve başarıya ulaşmak olduğu şeklindedir. Bir işi yapmak için beklemek ve sabretmek yeterli değildir. Bu iş için gerekli şartları sağlayıp buna bağlı olarak çaba sarf etmek, sebatın gerçekleşmesini sağlar.

Yaşanılan seçim örneğinde, muhalefet bloklarının kendi aralarındaki anlaşmazlıkları, talep ve isteklerin doğru analiz edilmemiş olması ve seçim güvenlik önlemlerinin alınmamış olması sebatın eksikliğindendir. Sadece sabrın sonu selamet demek, bir sonuca ulaşılamaması demektir. Herkes kendi penceresinden hırs ve azimle çalıştığını düşünmüş olabilir, ama sonuçla birlikte sebatın eksikliği ortaya çıkmıştır. İktidar tarafına baktığımızda ise, sabrın selametle şekilleneceğine olan inançları yılların getirdiği deneyim ve başarı ile anlaşılmaktadır. Sabır-sebat ilişkisi bir araya gelerek alışılmış bir zafer elde edilmiştir.

Fakat iktidarın almış olduğu zafer, bugün halkın ekonomik anlamda dara düşmesini ve sebatının zayıflamasına sebep olmaktadır. Yaşanan geçim sorunları ve giderek artan fiyatlar, sabrın ötesi sebatı olanaksız hale getiriyor. Yine de sabır ve sebat ilişkisini unutmadan muhalefetten ders çıkarıp ona göre hareket etmek gerekiyor. Sadece yaşanan siyaset ve ekonomi alanlarında değil, sebat hayatımızın her alanında mevcuttur. Gün içinde yaptığımız işlerde sabırla hareket eder, sebatla sonuca ulaşırız. Örneğin; sınava hazırlanan insanlar bunu belirli bir periyotta gerçekleştirirler. Öncelikle çalışma gününden başlayıp sınav tarihine kadar uzanan bir çalışma takvimi oluştururlar. Ardından o sabırlı çalışma günleri başlar. Bu günler içerisinde yaşanan sorun ve sıkıntılar sabır ile karşılanır. Günler geçtikçe yaşanan stres sabrın taşmasına sebebiyet vermeye yaklaşır, fakat kişi eğer sebat etmişse azimle çalışmaya devam eder ve işin sonunda başarıya ulaşır.

Yaşadığımız dünya ve değişen koşulları hatırlamıştık. Elbette ki hayatın bu günlerinde sebat etmek çok basit bir eylem olmayabilir. Çünkü günün her anında ayrı bir kötü haber duyuyor ve yaşıyoruz. Silsile şeklinde gelen olumsuzluklar bizi dayanması zor bir ortamın içine sürüklüyor. Hak edilenin alınamadığı, adaletin kenardan köşeden işletildiği, mutluluğun hor görülüp anlaşılmadığı bir ortamda yaşıyoruz. İnancımızı belki de yaşanan son seçimin ardından bir kenara bıraktık. Sabrederek geçirdiğimiz günleri unuttuk. Fakat yaşam yine bizim yaşamımız, hayat bizim hayatımız. Sebat örnekleri arasında Cumartesi Anneleri örneğine denk gelmiştim. Her Cumartesi günü kaybettiklerini bulma umuduyla katlandıkları çile tam bir sebat örneği. Sabırla işlenmiş bir sebat. Belki kendileri de biliyorlar somut bir şey elde edemeyeceklerini ama sebatları o kadar güçlü ki geri adım atmıyorlar. Başarmış oldukları ise inat ve azimleri. Biz de belki bir şey elde edemeyeceğiz bu hayatta, belki de daha kötü günler yaşayıp göreceğiz. Ama sabrın tek başına yeterli olmadığını anlayıp sebat etmeye başlayabiliriz. Bizim de somut bir başarımız olmayabilir ama umut ve inat kazancımız olur…

LA PAUSA-ANIN BAŞLANGICI

Hayatın karmaşıklaşan akışında kendimize ayıracak artık çok az vaktimiz var. Bir uğraşla ilgilenmek, kendimizi ona odaklamak kolay olmuyor. Maruz kaldığımız bilgi akışı o kadar fazla ki kendimizi o akışın içine kaptırıp unutuyoruz. Bunun sebebi elbette ki sosyal mecralarda harcadığımız vakit. Twitter’da gündemi takip edeyim, Instagram’da reels ve postlar arasında gezineyim derken vaktimizi akıllı telefonların hakimiyeti altında geçirmiş oluyoruz. Yeni kuşakların ilerleyen yıllarda hobisi sosyal mecralarda gezinmek bile olabilir. Fakat hala belli bir kitle, hafta sonu geldiğinde bu sanal dünyadan kopup hobisi olan futbolu takip edip izliyor. Yeni jenerasyonun neredeyse hiç takip edip izlemediği futbol maçları hala güçlü bir hobi halinde bu kitle için.

Futbola elbette ki herkes bu kitle gibi bir bağ ile yaklaşmıyor. Bir kesimin sadece 22 kişinin bir topun arkasında koşması olarak adlandırdığı bu oyun elbette ki bunun çok ötesinde bir anlama sahip. Hikayesinin, heyecanının ve ruhunun olduğu bir oyun futbol. 90 dakika süren bu oyun bazen bu sürenin ötesine taşan heyecanlar yaratıp takip edenlerin tutkularını dorukta yaşamalarına sebep oluyor. Bu oyunu anlamayıp küçümseyerek bakanlara kızmak yerine, bu oyunun ruhuna sahip olamadıkları için acımak gerekiyor. Futbol sadece belli sınıfların takip ettiği ve izlediği bir oyun değil. Her tabakadan insanın uğruna heyecanlandıkları renkler için bir araya getiren bir oyun futbol. Meslek, mevki, unvan gibi kavramlar bu oyunun içinde bir anlam barındırmaz.

Öyledir ki ünlü düşünür Albert Camus, sadece bu oyunda izleyici aşkıyla kalmamış, yeşil sahada da kaleci olarak top koşturmuştur. Ülkemizin önemli yönetmenlerinden biri olan Zeki Demirkubuz’un ise davet edileceği festivallerin günleri, onun renklere gönül verdiği takımın maç günlerinin olmadığı tarihlere takvimlendiriliyor. Nedir peki bu oyunu bu kadar çekici kılan? Bu soruya teorik olarak bir cevap vermek çok zordur. Bu oyuna gönül vermiş olan herkes, bu soruya kendi tarafından tam anlamıyla tarif edemeyeceği cevaplar verir. Ancak şunu diyebiliriz ki bu oyun, herkesin bir an duraksadığı, kendine zaman ayırdığı yerdir. İspanyolların saha içinde bir oyuncunun bir an duraksayıp en doğru pası vermesini adlandırdığı “La Pausa” gibi. Saha içinde olan oyuncunun kafasını kaldırıp bir anlığına zamanı durdurduğu ve en doğru pası verdiği andır “La Pausa”.

La Pausa sadece sahanın içini anlatmak için değil, İspanyolların öğle saatlerinde hayatlarını 1-2 saat durdurup kendilerini dinlendirdikleri bir olaydır, aslında. Hayatın karmaşasında ne olursa olsun kafalarını kaldırıp kendileriyle kaldıkları zamandır. Aslında futbola aşık olan insanlar da bunu yapıyor. Maç günleri geldiğinde o hengamenin, yaratılan yaşam stresinin içinden çıktıkları bir an yaşıyorlar. Maçın başlama düdüğünün çalmasıyla kendi hayatlarına “La Pausa” diyorlar. Odaklarını kendilerine alıp sadece o dünyanın verdiği heyecanı yaşıyorlar. Her ne kadar anlamı durmak olsa bile, La Pausa futbola aşık olan insanların kendilerine ayırdığı zamanın başlangıcıdır. İşte bu sebepten dolayı futbol da bir sınıf ayrımı yoktur. Çünkü herkes bu oyunda La Pausa ritüelini uyguluyor. Yaşadığımız anlam yoksunu bu hayatın içinde kendimizle anlam bulmak için yapıyoruz bunu. Duygularımızı en üst düzeye çıkarıp, La Pausa dediğimiz hayatta kalbimizin yaşamak için atmasını sağlıyoruz.

Şimdilik belki de sadece futbolun içinde La Pausa diyoruz, ama bu yaşam hengâmesi ve kaotik ortam bir gün tıpkı İspanyollar gibi bizim de La Pausa yapmamıza sebep olacak. Yıllar ilerliyor ve stres her gün daha fazla katlanarak artıyor. Bu hayatın içinde kendimize bir alan bulup zaman ayırmamız gerekiyor. Yaşama ve kendimize dair bir anlam vermemiz gerekiyor. Ya şu hengâmede kendimize La Pausa deyip yaşama dair bir anlam verip kalbimizin atmasını sağlayacağız ya da ölüm kafasını kaldırıp en doğru anda bize La Pausa diyecek. Kelimenin saf anlamıyla bizi bu hayatın içinde durduracak, fakat La Pausa o andan sonra belki de bizim için yeni bir başlangıç olmayacak. O yüzden şu hayatın içinde kafamızı kaldırıp en doğru pası kendimiz için atalım ve La Pausa diyelim…

BACK TO BLACK

Müzik, hayatımızın akışında ruh halimize göre sürekli sığındığımız bir liman gibidir. Hayatın akışında stresli, mutlu, mutsuz veya eğlenceli olduğumuz anlarda duruma uygun bir şarkı açarak ona sığınız. Mutsuzsak, şarkıyı derin düşüncelerle dinleriz. Mutlu olduğumuzda ise dans ederek veya bir gülümsemeyle dinleriz. Müziğin ruh halimizi hangi durumda olursak olalım pozitif etkilediği gerçeğini göz ardı edemeyiz.

Bu durum elbette ki şarkıyı yazan, okuyan ve tasarlayan için de böyledir. Fakat bu etki onlar için her zaman mutlu bir şekilde sonuçlanmayabilir. Tıpkı 27 yaşında kendini müziğin ritmine bırakıp intihar eden Amy Winehouse gibi.

Çocukluk yıllarında başlayan müzik sevdası, hayatının son anına kadar sürdü. Amy, 15 yaşında caz dünyasına damgasını vuracağının sinyallerini vermişti. Babasının da desteğiyle bu yetenek kısa süre içinde Amerika müzik piyasasında keşfedildi. Caz vokal olmak çokta kolay bir iş değildi. Geçmişte iz bırakan Ella Fitzgerald , Julıe london gibi isimlerin arasına eklenip onları da geride bırakmak saf bir yeteneğin göstergesiydi. Erken yaşında yayınladığı albüm ile Amy artık müzik otoritelerinin odağındaydı. Müthiş sesinin yanına bir de kendi şarkılarının sözlerini yazması sanatçıyı bulunmaz bir Hint kumaşı haline getiriyordu. Yıllar ilerliyor ve Amy Winhouse rüzgarı artık tüm dünyada esiyordu. Dinleyenler bu sesi dinledikleri için kendilerini şanlı hissediyordu. Ancak Amy Winhuose tarafında işler hiçte öyle gitmiyordu. Çalkantılı aşkları, madde ve alkol bağımlılığı ille kendini dibe çeken bir hayat yaşıyordu. İşin tuhafı bu yaşadıklarını yazıya döküp şarkılarına ekleyince ortaya dinleyenle için eşsiz şarkılar çıkıyordu. Amy’nin eşsiz sesi ile dinleyen şarkıya olayı yaşıyormuş gibi dahil oluyordu. Fakat etrafındaki kimse onu anlamıyor ve kalabalıklar içinde boş boş bağırıyordu. İnandırıcılığı olmayan aşklara kapılıyor ancak onlarda bir önceki hikayenin bittiği gibi dramatik şekilde bitiyordu. Amy kendini daha çok alkole ve uyuşturucuya veriyordu. Süreç onun için artık en dipte yaşanıyordu. Hayatta hep yanında olan babası bu durumu fark ettikten sonra kızının bir rehabilitasyon desteği almasını sağladı. Ancak artık Amy o kadar çökmüş ve hayatla olan bağlantısını koparmıştı ki psikolojik destek bile ona fayda getirmedi. Bu durum için de bir şarkı yaptı ve rehabilitasyon sürecini ne kadar istemediğini, onu kimsenin anlamadığını döktü şarkı sözlerine. Rehabilitasyon boyunca sahne almamıştı. Sahnelere tekrar döndüğün de ise müziğin etkisi ile biraz kendine gelmiş olsa da bu süreç uzun sürmedi. Alkol ve madde kullanımına tekrar başlayarak kendini dibe tekrar attı.

Bir Belçika konserinde Amy artık yüksek doz uyuşturucu ve alkolün etkisiyle ayakta duramıyordu. Kendini anlattığı şarkıların bile sözlerini unutuyor ve sahneye odaklanamıyordu. Kendisinde ondan bir parça bulan dinleyiciler bile sanatçının bu haline tepki göstererek protesto ediyorlardı. Bu durumdan sonra apar topar sahneden indirilen sanatçı kendini evine kapatıp kimseyle görüşmedi. Yanında bulunan ev personelinin aktardığına göre intiharından bir önceki gece neşe dolu ve mutlu şekilde şarkı söyleyip eğleniyordu. Ertesi gün ise caz dünyasına damga vuran Amy’nin cansız bedeni bulundu. Kendini anlattığı sayısız eseri bize bırakarak ayrıldı bu dünyadan. 27 yaşında son verdiği yaşamının içine çok şey sığdırdı, belki hiç mutlu olamadı ya da tek mutluluğu kendini anlattığı şarkılarıydı. O şarkılarda anlaşılma istedi belki de, ama bizler o büyüleyici sesin o kadar kusursuz olduğuna inanmıştık ki kendi çığlığını duyamadık ve büyüleyici sesin hayatını kusursuz sesiyle kamufle ettik.

Yaşam her şarkıda bize bir şey anlatır. Hayatımızda her şeyin, her zaman yolunda gitmesi ihtimal değildir. Mutlu anımızda da mutlu olabiliriz. Yanımızda olanlar aslında yanımızda olmayabilir. Asıl olan kendi sığınağımızı bulabilmemiz. Geçici hevesle değil gerçek anlamda neyle, nerde , kimle mutlu olduğumuzu bilip ona göre hareket etmemizdir. Nasılsın sorusuna verdiğimiz yanıt geçici ve üstün körüyse eğer bunu fark edip asıl kendi yanıtımızın peşine koşmalı ve bunu sorarken üstün körü bir hevesle sormayanları bulmamız gerekiyor. Amy Winhouse bir şarkısında diyor ki ; Biliyorsun iyi değilim ( You know that I am no good ) işte bu duruma düşmemeli insan. Elbette ki herkes yaşama peşinde , mutluluk peşinde . Ama kimle, neyle , nerde ,hangi sığınakta mutlu olacak gerçekten. Gündelik klişeleri bırakıp anlamı anlayanların olduğu yerde olmalı insan. 27 yaşında mutlu bir intihar yerine ona değer veren o sığınakta olmalı. Gerisi sadece üstün körü sorulmuş bir nasılsın…